Aslı Narin son zamanlarda üzerinde çalıştığı ütopya/distopya, kamusal/özel alan, şehir planlaması ve birey üzerinde etkilerinden yola çıkarak çektiği fotograflar ve topladığı metinleri bir web formatında sergilemektedir. Bir anda karşımıza çıkan GIFlerin geçici ve bazen de dikkat dağıtarak rahatsız edici etkisini mahremiyet ve birlikteliğimizi sorgulatan, uyarıcı ifade araçları haline getirmek istemektedir.
Dışarı ile bağımızın kesildiği bu günlerde, içeriyi daha iyi kavrıyoruz. Bir zamanlar kalkanımız olan ev, şimdilerde bir zindan. Aslı Işıksal tam da bu noktada, kendiliğinden var olan, insan etkinliğinin dışında, kendini sürekli olarak yeniden yaratan bir varlık olarak “Doğa”yı düşünüyor. Dönüştürüp, değiştirdiğimiz, hakkını teslim edemediğimiz olanı değil de üzerimizi örten, içimizden geçen ve bir bütün olmak istediğimiz “Doğa”yı.
Mahfaza, içerisinde unutulmaz en değerli şeylerin konulduğu kapalı kutu anlamına gelir. Geçmiş, şimdiki zaman ve bir gelecek yoğunlaşır orada.Bu yüzden mahfazalar hatırlanamaz olanın hafızasıdır, içsel hayallerdir. Bir nesnenin çevresine, bir nesnenin içine evreni yığar. Hafızayı, daha önce hatırlamaya çalıştığımız anıları, sınıflandırıp belleğimizdeki çekmecelere yerleştiririz. Sanatçının da büyüdüğü evde, mahrem olan eşyaları, bireylerin kişisel komodinleridir. Kendi komodinini anımsatacak şekilde yerleştirme yapmıştır. Sanatçının komodini dilsiz anılar yığınıyla dolmuştur. Kilit ise seyircinin mekana girdiğinde kendi ile baş başa kaldığı an yaşadığı çelişkidir. Gelen seyirci sanatçının mahremiyet alanına müdahale etmek isteyecek midir? Kilidin üzerinde yazan ‘kendimi sakladığım yerdeyim’ cümlesi çekmeceyi açma çelişkisi ile baş başa kalma, kilidin bir nevi psikolojik bir eşik olduğunu gösterir. Buna meydan okuma durumu da diyebiliriz. Sanatçı da kendi anılarını istifleyerek saklamak, muhafaza etmek istemiştir.Anılarını güvende tutmayı hedeflemiştir.
Eda Aslan’ın 2014 yılından bu yana düzenli olarak tuttuğu görsel günlük, temas ettiği, sanatçının kişisel hafızasında yeri olan mekanlardan ve nesnelerden frotaj yöntemiyle toplanmış izlerden oluşan kayıtlar olarak karşımıza çıkıyor. Sanatçı, ilk katıldığı serginin stampasının izi, mezun olduğu okuldan topladığı izler gibi mekan ve hafıza ekseninde biriktirdiği kişisel tarihini bu günlük aracılığıyla izleyicinin tanıklığına açıyor.
Kıyıda oturan bir kadın figürü sihirli bir biçimde rüyada mı yoksa bir anıda mı olduğunu düşünüyor.Yaşamda dolaşırken kaybolan kadın kendini bulmayı bekliyor.
Irmak Canevi'nin Poyraz Apartmanı’ndaki dairesinin oturum planından yola çıkarak elde ettiği her bir form, farklı malzeme, renk ve izlerden oluşan bir kutu bilgiye ev sahipliği yapıyor. “Poyraz”, ansızın yakalandığımız şiddetli fırtına sırasında bizi sarıp sarmalayan duvarların önemini vurguluyor. Evimiz, mahremimizi bağrına basarken, yeni keşifler için daha önce hayal edemediğimiz alanlar açıyor bize.``
Roman Uranjek,1.1.2002 tarihinde Avrupa’nın ortak para birimi olan euro’ya müdahale eden ilk haçını çizer. Bu çalışma, “ At least one cross a day after 1.1.2002” projesinin başlangıcını oluşturur. Bugün hala her güne en az bir çalışma ilkesiyle devam eden projesinde sanatçı, haçı; semantik, dinsel, mitolojik ve erotik anlamları içeren evrensel bir motif olarak ele alır. Kitaplar, dergiler, el ilanları, sanat tarihinden bir eserin reprodüksiyonu gibi hazır sayfalar üzerine müdahale ederek çizdiği haçlar bir ayna etkisi yaratırlar. Bu sayede nesneler ve hazır nesneler maddi varlıklarından çıkarak imge varlıklarını oluştururlar.Sanatçı mevcut imgenin görselini değiştirerek, kolektif hafızamızdaki, kemikleşmiş, mahrem alana da müdahale ederek bizi imgesel ve semantik değişiklik üzerinden yeniden düşünmeye davet eder.
Radenko Milak eserlerini basından topladığı çarpıcı görsellerle gerçekleştirir. Pandemi sürecinde karşısına çıkan fotoğraflardan yola çıkan bu eserlerinde, bireylerin kamusal alanda, kaçınılmaz şekilde mahremiyet çizgilerini çizmeye çalışmalarına tanıklık ederiz. Görsellerin dönüşümünde kullanılan suluboya özünde hem mahrem hem de fani hisler barındırır. Milak’ın suluboyaları, imgelerin bizi hangi yollarla tutsak ettikleriyle ilgilidir. Fotografik bir imgeyi yeni bir mediuma dönüştürerek Milak, özünde kolektif mahremiyeti işaret eden ve teknolojik olarak üretilmiş imgelere ikonolojik bir analiz yapma imkanı sağlar. Sanatçı imgenin dönüşümüne odaklanmıştır. Özellikle de ilgisini, görselin iki medium arasındaki dönüşümü sırasında elde edilenler değil kaybedilenler çeker.
Sena Başöz'ün Domates Biber Patlıcan 3 için SPOT Üretim Fonu desteğiyle 2016 yılında ürettiği videosu ``Doktor ol Hemşirelik Yap`` 3 bölümden oluşuyor.İlk bölümde hemşirenin iyileşmek için gerekli mahremiyeti sağlayan medikal paravanla dış dünyadaki varlığını uzlaştırma çalışmasına tanıklık ediyoruz. Hem saklanıp hem nasıl yaşanabilir? sorusuna cevap arıyoruz. İkinci bölüm mahrem alanımız ev ortamında hemşirenin kendisiyle yüzleşmesi sonucu donmuş, unutulmuş veya sürgün edilmiş olanın yeniden canlanmasıyla son buluyor. Üçüncü bölümde dışarı paravansız olarak çıkan hemşire yaratıcılık ve iyileşme arasındaki bağı araştırıyor. Videonun sonunda paravanın doğayla baş başa kaldığını görüyoruz. Yaranın iyileşmek için pansumana ve mahremiyete ihtiyacı olsa da aslında doğanın yenileyici gücüyle zamanla kendi kendine iyileştiğini hatırlıyoruz.
Zeynep Beler, domestik yüzeylerin yansıtıcı özelliği ve sürekli camdan dışarı bakarken aslında ne gördüğümüz ya da neyi görmeyi tercih ettiğimiz üzerine bir deneme gerçekleştiriyor.
Mahremiyet kavramı sosyolojik ve antropolojik olarak derin tartışmalar içinde değerlendirilmiş tarihi bir kökene sahiptir. Bu tartışmaların bir kısmı mahremiyeti etik bir değer olarak ele alırken bir kısmı da toplum ve kanunlar tarafından korunması gereken etik ve yasal bir hak olarak incelemiştir. Gizlilik hakkı kutsal benlik prensibinde temellenir ki bireyin dokunulmazlığının temel koşuludur. Birey olmanın haysiyeti, bireysel otonomimiz ve en önemlisi de özgürlüğümüz kutsal benliğimiz zemininde tanımlanır. Bireyin bütünlüğü, bireysel kimliğin korunup gelişmesi mahremiyet alanının korunmasının gerektirir. İçsel bir değer olarak mahremiyet ise, başkalarıyla sevgi, saygı ve güven zemininde samimi ilişki kurabilen etik ve sosyal bir kişilik olan bireyin gelişimi için gereklidir.
Mahremiyet en temel anlamda bir insanın kendisi hakkındaki bilgi üzerindeki kontrolü olarak tanımlandığında, günlük yaşamımızda bu kavram inzivaya çekilme, geri çekilme ve etkileşimden kaçınma olarak eyleme geçeceği gibi, bireyin başkalarının kendisine erişimini sınırlandırması, onlara kendini kontrollü açması ya da onları dışarıda tutması olarak karşımıza çıkar.
Peki şu an içinde bulunduğumuz karantina ortamında mahremiyet bizim için neyi ifade ediyor? Mahremiyetin sağlanmasında en önemli sığınağımız olan evimizde mahsur kalmak mahremiyet algımızı nasıl değiştiriyor? Diğerinin ilgi ve sevgi ihtiyacını karşılayabileceğimiz bir ilişkide samimiyeti ve içtenliği ancak mahremiyetimizin sınırlarını koruduğumuz ölçüde yakalayabildiğimiz gerçeğinde aile, sevgili, biraradalık, uzaklık konusundaki düşüncelerimiz nasıl etkileniyor? Bireyin, başka bireylerin kendisine fiziksel erişimini (dokunması, görmesi, duymasını) yönetmesi olarak tanımlanan fiziksel mahremiyet bir hakken, bugün getirilen sosyal mesafe zorunluluğuyla yasaklandığında ne hissediyoruz?
Sosyal izolasyona şartlarına uyum gereği evlerimize kapanmışken internet penceresinden dünyayı izlemeye daldık. Peki ya aynı pencereden dünyanın da içeriye bize bakıyor oluşu üzerine ne düşünüyoruz? Sosyal medyanın ve teknolojinin karantina altında bir zorunluluk haline gelmesi, evimizden yaptığımız/yapmak zorunda kaldığımız online video görüşmeleri mahremiyetimizin sınırlarını ihlal ediyor mu?
Dijimodern çağın sınırsız olanakları, devletlerin toplumu gözetim altında tutmasına, ve dijital izlerimiz aracılığıyla ticari şirketlerin tüm
bilgilerimize ulaşabilmesine imkan tanıdı. İnsanların sosyal medya üzerinden iletişim kurması, görme/gözetleme ve görülme arzusu da sistemin kitlesel gözetimine gönüllülük esasıyla katkı sağlamış oldu. Gözetimin bir mahremiyet ihlali olduğu düşünüldüğünde, bu iki kavramın arasındaki sınırların buharlaştığını, mahremiyet gibi soyut ve çok katmalı bir kavramın ifadesinin giderek güçleştiğini ve kendini sürekli dönüştürdüğünü söyleyebiliriz.
Yaşadığımız salgınla şu an gelinen noktada tüm bu teknolojiler salgını kontrol altına almak adına bireylerin 24 saatini takip edecek yeni uygulamalar başlatmaktalar. Bu durum görünür, görünmez bir çok tehtidin yarattığı korku egemen dünyamızda güvenlik mahremiyete üstün gelmeli mi sorusu aklımızı kurcalıyor. En önemli görevimiz ve güdüsel zorunluluğumuz olan hayatta kalmaya öncül olan hangisidir gizlilik hakkımız mı güvenlik mi?
Tüm bu sorular ışığında distopik bir kurgu içerisinde mahremiyet kavramını tekrardan tartışmaya açtık. Panoptikon’un hangi tarafında olduğumuz gerçeği ile yüzleşmemiz gerekiyor; izleyen mi izlenen mi? Ev, Le Corbusier’in dediği gibi, doğaya yerleştirilmiş bir fotoğraf makinesi ve mercek de pencereleri midir? Ya da belki Kafka’nın sözleriyle:
“ Mahremiyet Her Şeydir”
The concept of privacy has a far-reaching historical origin that has been evaluated sociologically and anthropologically in extensive discussions. While privacy was considered as an ethical value in some of these discussions, others have approached it as an ethical and legal right that should be protected by society and the law. The right to privacy is founded on the principle of the sacred self, which, in turn, is the principal condition of the inviolability of the individual. The dignity of being an individual, our individual autonomy, and most importantly, our freedom are all defined on the basis of our sacred selves. The integrity of the individual, the protection and development of the individual identity both require the protection of the realm of privacy. On the other hand, privacy, as an innate value, is a necessity for the development of the individual as an ethical and social personality, capable of establishing intimate relationships with others on the basis of love, respect and trust.
When privacy is defined in its most basic sense as the human being’s control over the information about himself or herself, in our daily life the concept might materialize in the acts of seclusion, retreat and avoidance of interaction, as well as in the form of the individual placing limitations on others from accessing him or her, opening up to them in a controlled manner or keeping them outside.
But what does privacy mean to us in the circumstances of quarantine that we are in right now? How does being stranded at home, in our most important sanctuary in ensuring our privacy, changes our perception of privacy? Given the fact that in a relationship, where we can nurture the needs of the other in terms of attention and love, we can only achieve intimacy and affection to the extent that we can maintain the limits of our privacy, how are our thoughts on our family, our lover, togetherness and distance are effected? While physical privacy is a right, defined as an individual’s ability to be in charge of another individuals’ physical access to (touching, seeing, hearing) him or her, what do we feel when all of these are forbidden due to the necessity of social distancing brought about today?
As we are closed in at our homes in compliance with the conditions of social isolation, we are entranced in watching the world through the window of the internet. But what do we think about the world looking back at us from that same window? As the social media and technology became necessities in these times of quarantine, do the online video calls that we are making/are forced to make from our homes involve violations on the boundaries of our privacy?
The endless possibilities of the digimodern era have allowed governments to monitor society and enabled commercial companies to access all our information through our digital footprints. The communication between people carried out through social media, the desire to see/pry into and to be seen has also contributed to the mass surveillance of the system on a voluntary basis. Considering that surveillance is a violation of privacy, it could be said that the boundaries between these two concepts have evaporated, the expression of privacy, which is an abstract and multi-layered concept, has become increasingly difficult, and has been in a state of constant transformation.
At this point that the current pandemic we are experiencing has brought us, all of these technologies are being used to launch new applications that would follow individuals 24 hours a day for the sake of assuming control over the epidemic. This situation brings to mind the question of whether security should outweigh privacy in our fear-ridden world created by a multitude of visible and invisible threats. Which of these two is the antecedent to our principal duty and instinctual imperative – that is, the premise of survival – is it our right to confidentiality, or the requirement of security?
In light of all these questions, in a state of affairs akin to a dystopian fiction, we are reopening the discussions on the concept of privacy. We need to face the facts about which side of the panopticon we are on; are we among those who are watching, or those being watched? Is the house, as Beatriz Colomina has suggested, a camera pointed at nature, and the windows its lenses? Or perhaps, recalling Kafka, one could ask:
“Is the gatekeeper always there?”
24 Nisan 2020
all, Past